ÖLÜ AŞIKLAR PARKI

|
Bu öyküde anlatılan her şey ölü bir yazarın hayal ürünüdür, kurgudur, gerçeklikle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Yazar bu öykünün sonunda hiçbir yasal ya da manevi sorumluluk kabul etmeyecektir. Zaten siz öyküyü okuyup bitirdiğinizde yazar çoktan mezarında hafiften yan dönüp uykusuna dalmış olacaktır.

Günün hangi saati olursa olsun, eğer içinizden bir göz atmak gelirse ve buna gücünüzün yeteceğine, merakınızın korkunuza üstün geleceğine inanırsanız mutlaka şu an ve her an benim de içinde bulunduğum bu parkı ziyaret edebilirisiniz. Öyle görülmeye değer pek bir şey yoktur aslında. Çoğunluğunu yaşlıların oluşturduğu bir grup insan günün her saati bu parkta otururlar. Çay içer, sohbet eder, gezinir, uyuklar, göbeklerini kaşır, saçlarını düzeltir, esner, geğirir, tokalaşır, bağrışırlar. Yani tümüyle insani eylemlerle meşguldürler. Ama asıl işleri beklemektir. Sıkılmadan beklemek. Birçoğu neyi beklediğini bilir ama benin gibi bazıları sadece beklemektedir. Ne geleceğini bilmeden.
Bu garip topluluğa kendimi kabul ettirmem kolay olmadı aslında. Dedim ya çoğunluğu yaşlılardan oluşur cemaatimizin. Ben geldiğimde bazıları üzgün bazılarıysa sinirli bir ifadeyle, benim ne yapacağını bilmez tavrımı süzdüler. Benimle kimse konuşmadı. Ta ki yaşlı bir amca yanıma doğru yaklaşıp, sigaradan çatallaşmış sesiyle ve bu sese eşlik eden ve söylediklerini zorlukla anlaşılır kılan bir Karadeniz ağzıyla bana hoş geldin diyene kadar.
Konuşmayı çok uzun tutmadık o gün. Aslında sonraki günler de. Sadece selamlaştık ama diğerlerinin de yavaş yavaş beni aralarına kabul etmeye başladıklarını anladım. Hayır, sandığınız gibi benimle konuşmadılar ama yanlarında geçtiğimde kimse bana dönüp bakmıyordu artık onlar için onlar gibi biriydim ve izlenmeye değer hiçbir yanım yoktu. En çok sevdikleri oyun olan aznife devam ediyorlardı ben yanlarından bir hayalet gibi süzülürken.
Burada yalnız olmak üzücü bir şey değildi. Beklemek insanı oyalıyordu. Ama ne beklediğimi bilmediğim için tam anlamıyla Arafta sıkışmış gibiydim. Ne yana gideceğimi, ne yapacağımı şaşırmıştım ama içimde garip bir huzur vardı. Mutluydum düpedüz. Beklemekteydim. Öylesine. Sorumluluklardan uzak. Ne beklediğimi bile önemsemiyordum. Bana benzer birkaç genç daha vardı. Onlar tedirgin görünüyorlardı. Bekledikleri şeyin gelmemesinden korktukları her hallerinden belliydi. Gözleri asla bir noktada birkaç saniyeden fazla oyalanmıyordu. Akıp gidiyordu zamanın ve mekânın üzerinden. Gözleri akıp gidiyordu, çıkarttıkları sıvılara karışmadan.
Yaşlılar çok rahattı. Hele gençlerle kıyaslandıklarında resmen cennetteydiler. Gelse de olurdu beklenen gelmese de. Bir yıl daha bekleseler de olurdu beklemeseler de. Burada kalsalar da olurdu kalmasalar da. Ne olursa olurdu.
Tecrübeli hallerinden anladığım kadarıyla elleri titremeye başlayalı yıllar olan Şerif Amca bir gün aramızdan ayrılana kadar bekleme olayı bana hayalî bir oyun gibi geliyordu. Bir oyun sayıyordum bunu ve ebe olmaya hiç niyetim yoktu. Ama işte Şerif Amca gidince bütün yaşlıların yüzünde nedensiz bir mutluluk oluştu. Gün boyu silinmeyen bir gülümseme. Gençler, yani burayı tam olarak kavrayamayanlar ve de ben üzülsek mi sevinsek mi karar veremiyorduk. Burası nasıl bir yerdi ki giden için seviniyorduk. Burası nasıl bir topluluktu ki kimse arkadaşını özlemeye niyetli değildi. O kadar kötü bir yer olabilir miydi burası? Bence hayır ama ben geleli daha 24 saat bile olmamıştı. Onlarsa belki günlerdir, belki aylardır hatta yıllardır buradaydı. Ve benden daha iyi bildikleri bir şey elbette vardı.
Şerif Amca’nın gidişine ben şahit olmadım. Ama gençlerden biri uzun süreli manevi işkencelerime dayanamayarak;
—Şerif Amca, dedi, elini öptükten sonra koluna giren iki kız çocuğu tarafından götürüldü. Bunlar daha önce hiç görmediği torunlarıymış. Şerif Amca hep torunları olsun istermiş eskiden ama torunları olduğunda onları bir türlü görememiş. İşte bu gün aniden geldiklerinde Şerif Amca, aznif oyununda iyi bir tempo tutturmuştu. Ama neden sonra bir anda ayağa fırladı, ışığını kaybeden gözlerinde bir şimşek çaktı ve bu şimşek coşkun bir yağmur getirdi. Ve Şerif Amca torunlarının koluna girip uzaklaştı.
Genç, bunları söyledikten sonra daha fazla konuşmayacağını belli eden bir el işareti yaptı. Zaten konuşmasına gerek yoktu kafam yeterince karışmıştı. Şerif Amca’nın torunları onu almaya gelmişti. Burada beklediğini nerden biliyorlardı. Bildiğim kadarıyla buranın dış dünyayla hiçbir bağı yoktu. Nasıl haber almışlardı?
Düşünmekle içinden çıkamayacağım bir sarmala yakalanmıştım. Bir günlük mutluluk geçene kadar düşündüm ve sonra vazgeçtim kurcalamaktan. Ne olduysa olmuştu işte.
Aradan geçen kısa bir zamanın ardından, bu sefer Helime Teyze gitmişti. Ve o giderken ben de ordaydım nutkum tutulmuştu adeta. Bir türlü bitmeyen örgüsüyle meşgulken Helime Teyze genç, uzun boylu ve kendinden emin adımlarla yürüyen bir adam belirdi uzaktaki ağaçların yanında. Ve hızla Helime Teyzeye doğru yürümeye başladı ama nasıl bir oyun oynuyorsa dünya bize, adam yaklaştıkça çökmeye, yaşlanmaya başladı ve Helime Teyzenin ayaklarının ucunda durduğunda artık iki büklüm olmuştu. Helime Teyze adamı gördüğünde yüzü küçücük bir anlığına genç bir kızın yüzüne dönüştü ve adama öyle bir sarıldı ki aralarından sızan aşk ışığı herkese ayan oldu. Hemen sonra da bembeyaz bir buluta dönüştüler.
Artık olaylar çığırından çıkmaya başlıyordu benim için. Şerif Amca ve Helime Teyzeden sonra bu parkın en küçük üyesi Gökhan gitti. Onu almaya küçük, kırmızı bir bisiklet gelmişti. Sonra gençlerden biri –bu bana Şerif Amcanın gidişini anlatan gençti- üzerinde isminin yazılı olduğu bir kitap tarafından alındı aramızdan. Sonra Aycan gitti bembeyaz bir gelinliğin kuyruğuna tutunarak.
Bütün bu şaşkınlıklarla cebelleşirken benimle ilk konuşan kişi olan Deli Recep Amca halime acımış olacak ki bana bir açıklama yapma gereği duydu;
—Arkadaşlarımızı almaya gelenler, dedi, dünyadan ayrılırken geride bırakmaya en çok üzüldükleri kişilerdi ya da nesneler. Onlar da dünyadaki sürelerini doldurunca burada buluştular. Gelen nesnelerse ya hurdaya çıkarılmışlardır artık ya da gerçekleşen birer hayaldirler. İşte böyle!
Anlattıkları beni ne kadar sarssa da içimi huzurla doldurmuştu. Benim sıramın yaklaştığını nerden anladım bilmiyorum. İçime doğdu derler ya sanırım öyle bir şey oldu. Ellerim titremeye, gözlerim buğulanmaya başladı. Birkaç dakika içinde de saçlarına kızıl bulaşmış bir kız göründü, yine uzaktaki ağaçların yanında. Tereddütlü adımlarla yanıma yaklaşıyordu. Bense sabitlenmiş gözlerle onu izliyordum, ben ordayken-yani dünyadayken- de böyle izlerdim onu. Yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Yaklaştıkça korkum katlanıyordu. Ne yapacağımı yine şaşırmıştım ve buraya geldiğimden beri bu çok kez olmuştu. Siyah giymemişti ama bu sefer, mor da değildi üstündeki. Gökyüzüne kafa tutan laciverdiyle ve her manaya gelebilen kırmızıyla bir kazak vardı. Yaklaşıyordu.
O an nasıl oldu bilmiyorum bir şeylere, bir yerlere, birilerine tutunma ihtiyacı duydum. Elimi yan tarafıma doğru uzattığımda bembeyaz bir avuçla sarmalandım. O gün kaza sırasında onu arabadan çıkardığımı sanıyordum, bu beyaz elin sahibini yani. Fark etmemişim, burada olduğum tüm o zaman boyunca yanı başımda olduğunu. Fark ettiğimdeyse beni almaya gelen kız bir anda sanki hızlandırılmış bir çekimle geldiği yöne doğru gidip kayboldu. Elimin içindeki beyazlık da soldu ve sanki hiç orda olmamış gibi bir duygu bıraktı bende.
Bu delirme anında yine yardımıma Deli Recep Amca koştu. Yanıma yaklaştı ve o hiç vazgeçmediği şivesiyle;
—Sen, dedi, delikanlı artık benimlesin. Parkta kendine iyi bir yer bul. Git, uyu, dinlen. Sonra uzun uzun konuşuruz.

1 Fikir:

Nuran Says:
18 Ocak 2011 22:33

Gerçekten çok güzel bir öykü olmuş. Kıskandım doğrusu.

Yorum Gönder