İYİMSERİN KÜFRÜ

|
En sevdiği takım elbisesini askıdan aldı. Beyaz bir gömlek, kırmızı bir kravat seçti. Hepsini içten dışa doğru nizami bir sırayla giydi. Kahverengi baklava dilimli çorabını ayağına geçirdi. Aynanın karşısında bıyıklarını ve saçlarını taradı. Pahalı parfümünden birazını üstüne sıktı. Aynadaki surete kendinden emin olduğu kadar mütevazı, utangaç olduğu kadar da çapkın bir gülücük gönderdi. Taranmış bıyıklarını son bir kez sıvazlayıp, aynadan gözlerini son kez bakarmışçasına güçlükle ayırarak evin dış kapısına yollandı. Parlak siyah ayakkabılarına uzandı, çekecek yordamıyla ayaklarını ayakkabının içine yerleştirdi. Sağ adımını atarak ve “rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla” sokağa çıktı.
Güneş parlak cildine değince kendini ulaşılmaz bir şıklıkta ve çekicilikte duyumsadı. Bal rengi gözleriyle dünyanın güzelliğini biriktirdi içinde. Gözleri her zamanki güvenli haliyle tarıyordu etrafında olan biteni. Güzel kızlar ayakları yere değmezcesine, uçuşurcasına geçiyordu caddeden. Şehir daha bir güzel oluyordu kızların vücutlarından yayılan kokulara bulandığında. Bu kokular ki her şeyin üzerinde bir katman oluşturuyordu ve güzellik böyle bir şeydi. Kızlar daha güzel kokuyordu güneş pırıl pırıl parladığında. Güneş daha bir içten parlıyordu kızlar altında tüm zarafetleriyle salındıklarında. Adam gözleriyle izliyordu kızları ve burnuyla ve bedenini her yanıyla. İlerledikçe cadde boyunca ve güzellikler eşliğinde, bir çöp bidonunun yanına yığılmış belki de çöp niyetine atılmış üç çocuk gördü. Çocukların insanlıktan çıkmalarına ramak kalmıştı. Hani birisi hafiften bir itelese kaybolacaklardı. Saçlarının rengi bile belli değildi. Hatta derilerinin ve gözlerininkiler de… Baygın gözlerinden sönmüş yangınlardan arta kalan dumanlar geçiyordu. Derileri kadar kararmıştı gözleri de. Cinayet pırıltıları bakışlarında şavkıyordu. Ellerinde içinde yiyecek bir şey olmayan kese kâğıtları vardı. Yiyecek hiçbir şeyleri yoktu yalnız kese kâğıtları.
Sanki her adımda madeni para şıkırtısı duyuyordu çocuklar. Para istediklerinde almalıydılar. Yoksa derileri kadar kararan gözleriyle ve gelecekleri kadar bulanık zihinleriyle her şeyi yapabilirlerdi. Adam görmezden gelmeye karar verdi çocukları. Evet, çocuklara çok yazıktı. Onlar da kurtarılmayı hak ediyordu. Bu kadar sistemli ve organize bir cinayette fail bu çocuklar değildi elbette. Ama bir bildiği de vardı büyüklerimizin. Hala çözmedilerse bu sorunu, henüz erken olduğu içindir mutlaka. Ve vakti geldiğinde yani çocuklar öldüklerinden çok öldürmeye başladıklarında bu sorun da çözülecekti. Adam, çocuklara duyduğu üzüntüyü düzgün ve kırışmayacak şekilde katlayarak iyimserliğinin altına yerleştirdi ve yürüyüşüne devam etti.
Bakışlarıyla adımlıyordu sanki caddeyi. Cadde boyu gördükleri, birikmiş iyimserliğine eklendikçe ferahlıyordu içi. İçi ferahladıkça etrafa daha bir iştahla bakıyordu. Binalara baktı bir süre. Ne kadar güzeldi aralarında küçük sokaklar olan evlerin binaların aydınlığı. Ara sokakların karanlığını yok sayması da, binaların aydınlığına dalması da hep aynı iyimserliğin sonucuydu. İçine işleyen iyimserliği, saçları örgülü bir kızın memnun ifadesiyle duruyordu olduğu yerde. Her şeyde mutlak bir iyi yan vardı onun için. İyi hiçbir yanı olmayan şeylerse zaten yoktular. Görmez bakışları sığınağı olurdu böyle olaylar karşısında. Tıpkı şu an görmekte olduğu olaydaki gibi.
Alnındaki taptaze ve pembe yarayla caddenin taşları üzerinde boylu boyunca uzanmış kadının bir kolu yerden destek alırken diğeri çalınan çantasını yakalayabilme umuduyla havada asılı kalmıştı. Eteği dizlerinin üstüne kadar sıyrılmıştı ve toz içindeydi. Yırtık çorabından teninin beyazlığı görünüyordu. Yüzünde karman çorman bir ifade vardı. Korku, kızgınlı, acı… Görüntünün devamında koşan bir adam bulunuyordu. Elinde günlük kıyafetine hiç uymayan bir çantayla ara sokaklara doğru koşuyordu adam. Ganimetini tek eliyle sıkıca kavramıştı. Yüzünde donuk bir ifade okunuyordu. İntikam almış gibi, yapması gerekeni yapmış gibi ya da hiçbir şey yapmamış gibi. Kimse kaçan adama engel olmaya çalışmadı. Herkes, iyimser de, o kadar yabancıydı ki her şeye. Kimse kendisiyle doğrudan ilgili olmayan konulara dâhil olmak istemiyordu. Adam hem herkesle aynı fikirde olduğu için hem de bu olayda bile iyi bir taraf görebildiği için önemsemedi olanları. Kadın zengin görünümlüydü. Çantanın içindekilere ihtiyacı olmayabilirdi ama adamın mutlaka vardı. Yoksa neden çalsındı. Zaten kadın kaybettiklerine değil böyle bir duruma düştüğüne öfkeliydi. Belliydi bu. Bu tür hırsızlıklar yüzünden ölenler aklına geldiyse de toplum tam olarak eğitildiğinde, herkes yeterli bilinç seviyesine ulaştığında, barış içinde bir arada yaşamaya alıştığında, tevekkül her türlü duygunun üstüne çıktığında aynı sorunlar asla bir daha yaşanmayacaktı. Ve bu da an meselesiydi.
Hiçbir şey olmamış anı dağarcığı sıfırlanmış gibi yürümeye devam ediyordu adam. Yanından geçenlere zarif gülücükler dağıtıyordu. Kibar bir adam olduğu her halinden belliydi. Zaten konuştuğu zamanlar çok daha etkileyici olurdu. Her zaman doğru sözcükleri seçerdi asla anlamsız sözler gevelemez, yerli yerinde konuşmaya gayret ederdi ve hiç küfür etmezdi. Karşılaştığı her durumda iyi yanları cımbızla çeker gibi ayırırdı. Aslında karşılaştığı her durum iyiydi onun için. Sinirlenmezdi kolay kolay. Çünkü ona göre sinirlenmeye değer hiçbir şey olmuyordu memlekette. Yanından geçen genç kızın koltuk altında etrafa yayılan enfes kokuyu içine çekip yürümeye devam etti. Tramvayın geçişine kulak kabarttı biraz. Dükkânların ışıltısına ve gürültüsüne kaptırdı kendini. Her şey iyiydi işte, hayat gayet güzel devam ediyordu.
Düşüncelerinin akışkanlığına ve yapışkanlığına kapılmış, caddede sürüklenirken lisenin önündeki arbede dikkatini çekti. Bir grup gençle bir grup üniforma kavga halindeydi. Öğrenciler saç sakal ağırlıklıyken ellerindeki bez parçaları kırmızı ağırlıklıydı. Bağırmaktan kısılmış seslerine rağmen slogan atmaya uğraşıyorlardı. Dünyayı değiştirmek istiyorlardı tüm iyi niyetleriyle ama nasıl yapacaklarını tam olarak bilemediklerinden bir yerde toplaşarak bağırmayı ve coplanmayı deniyorlardı. Bu da bir umuttu onlar için. Belki kurtarmaya çalıştıkları insanlar uyanırdı, uyanmaya hiç niyetleri olmasa da.
Karşılarındaki üniformalar ise gençlerin aksine düzenliydi. Tertemizdi. Birörnek giyinen ekip diş bilediği gençlerin kısacık bir dalgınlığından yararlanarak ellerine yapışmış gibi duran coplarla gençlerin üzerine saldırdı. Saldırıya uğrayan gençlerden bazılarının mağduriyetleri yarılan kafalarından akan kanla şehre dağılıyordu. Aynı kanda mağduriyetin iki yanı vardı. Mağdur etme isteğini de doğuruyordu mağdur olma durumu. Saldıran üniformalar ise görev bilinciyle Allah ne verdiyse vuruyorlardı gençlerin ulaşabildikleri her yerlerine. Onları işi toplumun asayişini bozan her türlü hareketi kaba kuvvet kullanarak bastırmaktı ya da onlar öyle sanıyordu. Arbede sürdü, sürdü, sürdü. Ta ki adam oradan ayrılıncaya kadar.
Adam, yanı başında kıvranan gencin üzerine basmamak için azami dikkat gösterdi. Ne de olsa o kibar bir adamdı. Düşen birinin üzerine basamazdı. Yanından geçti gitti ve bu olayı unutması nerden bakılsa birkaç dakikasını aldı. O dakikalarda ise düşüncelerinde iki gruba karşı da ne acıma vardı ne haklı görme ne de olumsuzlama. İkisi de haklı olabilirdi grupların ya da biri, hatta ikisi de haksız olabilirdi. Ona göre bu olması gereken bir çatışmaydı. Bu gençler – iki gruptakiler de- içlerindeki enerjiyi böyle atabiliyorlardı. Bu, onlar için bir boşalma anıydı. Paşa’nın merhamet dolu müdahalesinden önce sokaklar daha kötüydü ayrıca. İnsan haline şükretmeliydi.
Şehrin seslerine kulak kabarttı biraz daha. Duydukları hoşuna gitmediğinden olsa gerek kendisi bir şarkı mırıldanmaya başladı. Sanki bir filmdeymiş gibi yürüyordu sokakta. Fonda romantik bir müzik. Bu filmi daha gerçekçi kılabilmek için bir kafeye oturdu. Az duyuluru bir müzik eşliğinde sıcak ve köpüklü sıvıyı tertemiz olduğuna inandığı iç organlarına doğru gönderdi. Cebindeki pakete uzandı. Gümüş çakmağıyla sigarasını yaktı. Bu sigarayı kullanmasının iki nedeni vardı. Birincisi; piyasadaki en pahalı sigaralardan biriydi bu. İkincisi; lacivert beyaz paketi çok asil ve pahalı bir görünüme sahipti. Duman kahvesine karışıp boğazından aşağı giderken gevşemeye başladı. Yan masadaki kadının biçimli bacaklarına ve dekolte marifetiyle tüm kafeye sergilenen dolgun göğüslerine bir göz attı. Kaçamak öpüşmelerle açlıklarına direnen iki gence takıldı gözleri, yüzünü buruşturdu.
O esnada kafede çalıştığı giyiminden ve tavırlarından belli olan bir genç dev ekran televizyonu açtı. Milli takımın maçını tam başlarken yakalamışlardı. Son bir kez yan masadaki kadının cazip yerlerine baktıktan sonra maça daldı gitti. Ama düşünceleri farklı yanları kayıyordu zaman zaman.
Ülkede ciddiye alınabilecek, can sıkacak, ağzını bozmaya değecek hiçbir şey olmuyor diye düşündü başlama düdüğüyle. Kimse açlıktan ölmüyordu, kimse sokakta kalmıyordu. Hak ve özgürlükler güvence altındaydı. Fikir ve ifade özgürlüğü had safhaya varmıştı. Şehir tertemizdi ve trafik dahi düzelmişti. İnsan böyle bir memlekette neye kızabilirdi ki? Eğitim seviyesi bile artmıştı. İnsanlar iyimserlikten ve tevekkülden habersizdi o kadar. Her yerde siyası fikirleri yüzünden dövülen, işkence edilen gençler mi vardı sanki. Tek bir adam düşüncelerini özgürce ifade ediyordu. O zaman herkes edebilirdi. Her şeyin başı sabırdı. Önemli olan yöntemi bilmekti. Bilmeyenler dertlerine yansındı.
Tam bu sırada, tam iyimserliğin doruğuna ulaştığında; baktığı ama göremediği ekrandaki hareketliliği fark etti. Rakip takım oyuncuları yüzlerinde kocaman gülümsemelerle saha kenarına doğru koşturuyorlardı. Kamera milli takımın topçularına döndüğünde ise savunma oyuncusunun yerleri dövdüğü, bir diğerinin kaleciyle tartıştığı kalanların ise hakeme itiraz ettiği görülüyordu. Ekranın sol üst köşesinde “0–1” yazıyordu. Adam o an vardı durumun ayırdına. Takım yenik düşmüştü. Sigarasından derin bir nefes çekti. Sinirli bir şekilde saldı.
Bu adamlara dünyanın parası veriliyordu ve bu kadar oynayabiliyorlardı. İnsan, aldığı paranın karşılığını ödemeliydi, değil mi ama? Biraz mücadele etmeliydi, savaşmalıydı, el birliği içinde çalışmalıydı, birbirine yardımcı olmalıydı. Herkes işini doğru yapmalıydı arkadaş.
Düşünceleri sinirli bir ırmağa dönüştüğünde takım ikici golü yedi ve ilk gol sonrası görüntülerin aynıları yaşandı yine. Adam sigarasından derin bir nefes aldı. Sinirli sinirli içine çekti. Sonra mırıldanır gibi ağır ağır kafenin puslu ortamına saldı. Etrafına bir göz gezdirdi. Kimseyi seçemedi. Ve dumana sarmalanmış olarak ağzından bir sözcük duyulur gibi oldu:
—Hass….!

0 Fikir:

Yorum Gönder