KÜRE YA DA DÜNYEVİ SORGULAMALAR

|
…ışıkla gelmişti bu kürenin içine.
Göz alıcı bir ışıkla, her şeyi beyaza boyayan ve görünmez kılan, hükmeden bir ışıkla. Her şeyin başı olduğunu düşünen, öyle de olan bir ışıkla. Hatırladığı tek şeydi; ışık. Bulunduğu yerden, ne olduğu belirsiz bu kürenin içine hapsolmasına neden olan ışıktan başkasını hatırlamak elinden gelmiyordu ne kadar uğraşırsa uğraşsın. Hatırlamaya çalışmaktan vazgeçmişti çoktan. Kafasını kurcalayan daha önemli şeyler vardı şu an. Buraya neden ve nasıl geldiği mesela.
Etrafına soran ve sorgulayan gözlerle baktı. Bir kürenin içinde tek başınaydı. Her zamankinden daha yalnızdı bu kürenin içinde. Çünkü sadece manevi bir yalnızlık değildi bu seferki. Çevresinde kimse yoktu; yani hiç kimse. İçinde bulunduğu mekân dünyevi örneklemelerle tasvir edilebilecek türde bir yer değildi. Küre ve içindekiler, somut bir gerçeklikle mekânın ve zamanın sınırlarını hiş aşmamış gibi görünse de; elle tutulur, gözle görülür gibi olsa da, üzerlerine hiç orada olmadıkları izlenimi saçan bir soyutluk da çökmemiş değildi. Gözleri bu düşsel keşmekeş kaynağında dolaşırken, düşünceleri ortalığa alabildiğine sistemli ya da olabildiğine gelişigüzel yerleştirilmiş eşyalara takıldı.
Yatacak rahat bir yatak vardı kürenin ortaya yerinde. Yeri dışında yatakla ilgili rahatsız olmasını gerektirecek bir şey yoktu. Yatağın ortada olması O’nda güvensizlik hissi uyandırıyordu. Kendini orta yerde savunmasız hissediyordu. En azından yatağın bir köşesi duvara dayanmalıydı. Bu his tam olarak kendisinde ne zaman uyandı bilemiyordu ama bir yerlerde okumuştu; atalarından kalan bir alışkanlık olduğunu. Mağarada yaşayan ataları, dışarıdan gelecek her hangi bir saldırıya karşı kendilerini korunaklı kılmak için sırtlarını duvara verirlermiş. Bu yüzden bir lokantaya girdiğinde soydaşları gibi o da köşede ve yüzü kapıya dönük oturabileceği bir masa seçerdi. O da tıpkı benzerleri gibi yatağını duvara dayar ve yüzünü kapıya dönerdi. Ama içinde bulunduğu şartlar buna imkân vermeyecek gibiydi çünkü ne dayanılabilecek bir duvar ne de dönülebilecek bir kapı vardı. Sanki bu ikisinin olmayışı sadece güvenlik açısından bir sorunsalmış gibi düşündüğü için kendine çok şaşırdı. Kapının yokluğu buradan çıkış olmadığı anlamına gelebilirdi pekâlâ. Duvarların yokluğu ise bir boşlukta olduğu hissi neden uyandırmasındı. Düşünmek istemedi –ki yaptığı en iyi şeylerden biriydi bu- bir tür savunma mekanizması; aklından çıkartmak, korku verecek şeyleri. Mendilini çıkarıp terini sildi ve bakınmaya devam etti mekanizmayı çalıştırmak için.
Su içmesi için kürenin serin bir köşesinde gümüş rengi bir kuyu ve su çekmesi için de toprak rengi bir kova vardı. Kuyunun yeri hiçbir olumsuz duygu uyandırmadı. İçinde uyanmayan duygular nasıl olduysa beynine doğru gittikçe evrimleşip korkuya dönüşmeye başlamıştı. O’nu buraya getiren her kim ya da ne ise belirli bir nedenle kuyuyu serin bir köşeye yapmış olmalıydı. Sıcak su içmeyi sevmediği için mi kuyu böyle bir yerdiydi? Bu kadar ince düşünmüş olabilir miydi O’nu buraya hapseden? Hiç sanmıyordu, bunun altında bir hinlik vardı ama düşünmese daha iyiydi. Alnındaki ter damlalarını sildi. Keşfe çıkmış avcı dikkatini takınıp küre içindeki gezintisine devam etti.
Yemek ihtiyacını karşılayabilmesi için yine serin bir köşede, kuyuya çok da uzak olmayan bir yerde ona olsa olsa iki gün yetebilecek miktarda yiyecek vardı; biraz domates, salatalık, biber, yeşil soğan ve marul. Anlaşılan salatayı çok sevdiği biliniyordu.Afiyetle yiyebileceği sebzeler O’nu kısa bir anlığına mutlu etti ama bir gariplik vardı. Garipliği fark etmesi uzun sürmedi. Yemesi için bırakılan sebzeler, evlerde bakılması için ortaya serilen sabundan yapılma sebzelere benziyordu. İnsan yese mi baksa mı karar veremiyordu. Boyutları ve şekilleri de olması gerektiği gibi değildi. Sanki daha büyük ve daha düzgün ve pürüzsüzdüler. Kesinlikle yapma olmalıydılar. Eline bir salatalık aldı ve acı olmayan tarafından ısırarak yapma olup olmadığını anlamaya çalıştı. Ağzındakini çiğnerken yapma olmadığına, yine de bu işte bir gariplik olduğuna emin oldu çünkü salatalığın tadı da olağan değildi. Yapılacak pek bir şey yoktu O’na göre, madem elinde bunlar vardı, bunları yiyecekti. Ufak poşetlerdeki yiyecekleri de fark etti az sonra; peynir, zeytin vs. Tatlarına bakmadı bile, alacağı sonucu biliyordu çünkü. Terini silip yoluna devam etmek en iyi çözümdü. Sorunları arkasında bırakmayı bilmeliydi insan.
Yoluna devam ederken etrafa atılmış üç kitap gördü; isimlerini okudu. “Şans Müziği¹” yazıyordu birinin üzerinde, bir diğerinde “Şato²”, başka birinde de “ Öfke Şatoları³”. Bu kitapların O’na anlatmak istediği bir şey olmalıydı. Bir şatoya gidip öfke içinde dans mı etmesi gerekiyordu? Saçmalamaya başlamıştı, bu kadar basit ve aptalca olamazdı anlatılmaya çalışılan. İyice ıslanmaya başlamıştı gömleği terden. Gömleğini üzerinden çıkardı, terini çıkardığı gömleğe silip, bir köşeye bıraktı. Daha akıllıca bir mantık yürütmeliydi. Kitaplardan birini eline alıp arka kapak yazısını okudu;
“Olaylar 19. yüzyılda, Avrupa''nın herhangi bir yerinde, aslında var olmayan Quinnipak Kasabası''nda geçiyor. Dudaklarını gören herkesin deliye döndüğü güzeller güzeli Jun; bir cam fabrikasının müdürü olan ve sonsuza kadar dümdüz uzayan bir demiryolunu yaptırmak isteyen kocası Bay Rail; kasabanın kâşifi ve bestecisi olan, bütün notaları kendi içinde taşıyan, Quinnipaklıların çıkardığı çalgı sesleriyle gerçekleşen bir orkestra kuran Bay Pekisch; yazgısını bir ceket gibi üzerinde taşıyan bir adam, asla evlenmediği bir adamdan dul kaldığını söyleyen bir kadın ve kasabada devasa bir cam saray kurmak isteyen Parisli dahi mimar Horace.”
Bir an için kendini de o kapak yazısında gördüğünü düşündü; belirsiz bir kürenin içine hapsolan ve küreyi keşfetmeye çıkan bir adam . Kendini bir kitabın sayfaları içine hapsolmuş ve dışarıya çıkabilmek için bir okurun gözlerindeki ışığa muhtaç roman kahramaları gibi görmek kendisini hiç de iyi hissettirmedi. Okudukları ve düşündükleri ürkütmeye başlıyordu artık O’nu ama durması mümkün değildi eşiğe adımını attıktan sonra. Düşünmeye başlamıştı ve devam edecekti.
Diğer kitabı eline aldı, alnında biriken terleri kitabın üzerine damlatarak arka kapağı okumaya başladı yine;
“…tüm Amerika kıtasına yayılan geniş bir alandan başlayıp Pennsylvania''daki bir çayırlıkta iki kişinin ördüğü duvarda noktalanıyor. O iki kişinin bu işe nasıl bulaştıkları, işin koşulları, tümüyle şansa bağlı bir gelişme.”
Okudukça zihninde garip titreşimler meydana gelmeye başladığını fark etti, burada oluşu tamamen şansa bağlıydı ve belirsizlikle çevrelenmişti. İçinde büyüyen korku yavaş yavaş O’nu çılgınlık ırmağının kıyısında bekleyen ve ırmağa dalıp yüzmesi için gereken son bir işarete kulak kabartan bir adama çevirmişti. Son kitabı eline almaktan çekiniyordu, doğrusu ölesiye korkuyordu kendini o kitabın da arka kapağında görmekten ama merakı baskın çıktı ve arka kapağı okumaya başladı;
“Şatoya kabul edilmeyen, köyde kendisine bir yer bulamayan ve yine de evine dönemeyen, istenmeyen kadastrocu K.''nin öyküsü, var oluşun doğası ile ilgili anlaşılmaz bir gerçekliği ortaya koyar gibidir.”
K. denilen o zavallı kendisi olabilir miydi? Kabul edilmeyen, istenmeyen, yüzsüz… Bu küre bir Şato olabilir miydi? Olamazdı. O zaman kendisi K. idi. Başka bir açıklama gelmiyordu aklına. Buraya, yaşadığı yerde istenmediği için yollanmıştı ama görünüşe göre burada da istenmiyordu çünkü kendisi için bırakılan yiyecekler O’nu en fazla iki gün idare ederdi. Sonra…
Zihni kontrolü eline almıştı artık. Düşünmemek elde değildi. Kitaplar iyice aklını karıştırmıştı. Neden buraya geldiğini az çok kestirmeye başlamıştı yine de. Kitaplar kasıtlı olarak bırakılmıştı, “Neden” sorusunun cevabı olarak. Ya “Nasıl”’ın cevabı?
Terini elinin tersiyle sildi, oraya rasgele konmuş gibi görünen bir koltuğa oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve olanca hiddetiyle sıkmaya başladı. Düşünmek ne kadar zormuş meğer. Ter içinde kalması bir yana, soluk alması da güçleşmeye başlamıştı. Aşırı baskı altındaydı ve terlemesine ve soluk alıp verişindeki düzensizliğe neden bu baskı olmalıydı. Peki, asıl soru, buraya nasıl gelmişti? Aklına iki neden geliyordu; birisi, O’nu buraya getirip bırakmıştı ve bu kürenin üzerinden bir yerlerden O’nu ve yaptıklarını izliyordu. Küçük kâğıtlara notlar alıp, büyük hesaplar yapıyordu. Bu hesaplar, O’nun buradan çıkıp çıkamayacağını belli edecek hesaplardı. O’nu buraya koyan kişi –artık onun bir kişi olduğuna emindi- bir nevi deney yapıyordu belki. Küre içinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu deney faresi olarak kullandığı bir zavallı sayesinde öğrenmeye çalışıyordu. Akla yatacak bir seçenekti bu.
Bir de olası ikinci bir neden vardı; buraya geldiğinde gözlerini kısa süreliğine kör eden ışık her şeyin başlangıcı olabilirdi. Bunu, kürenin içinde uyandığı ilk anlarda düşünmeye başlamıştı zaten. O anda zihninde bir şeyler uyanmaya başladı. Işığı görmeden önce elinde kibritle oturma odasında gördü kendini. Hayır, oturma odası değil mutfaktı. Mutfakta elinde kibritle yürüyordu. Evet, ocağı yakmaya kalkıştığında bir patlama olmuştu ve kendini kürenin içinde bulmuştu, yani kendini patlatmış ve kürenin içine düşmüştü. O zaman, ölmüş olması gerekirdi. Burası da öbür dünya. Ama bu mümkün olamazdı. Ölmüş olamazdı çünkü bütün ihtiyaçları ve duyuları yerli yerinde tıkır tıkır işliyordu. Ne olmuştu peki?
Elinde iki neden ve ter kokusuyla koltukta öylece oturuyordu. Ya birisi koymuştu O’nu buraya ya da bir patlama… Her iki durumda da kendi iradesi dışında koşulların zorlamasıyla burada bulunuyordu. Çıkma şans yoktu. İstediğini yapabiliyordu, istediği gibi gezebiliyordu. Hayatı boyunca daha fazla gezmek istemeyebilirdi, zamanını burada geçirebilirdi. Ama ya bir gün gezmek isterse o zaman bu mekânın sınırlılığı canını sıkmayacak mıydı? O zaman içinde bir isyan alevlenmeyecek miydi? Sorular beyin hücrelerini kemirmeye başlamıştı. Sürekli sorgulamaları, fiziksel bir yorgunluğa da neden olmuştu. Gücü git gide tükeniyordu. Neden sonra, kürenin giderek ısındığını ayrımsadı. Kendi kendini ve küreyi, nasıl ve neden geldiğini sorgularken kürenin ısınmakta olduğunu, içerideki havanın giderek tükenmekte olduğunu fark edememişti. Küre, kendi kendini yok etmekteydi ve O, bunu anlamaktan acizdi. Aklındaki sorular buraya nasıl girdiğine, neden burada olduğuna saplanıp kalmıştı ve yaklaşmakta olan sonu görmesini engellemişti.
Her şey
bit…ece….k…..
ti
soluğu..ya…vaş….ya…..va…..ş
tükeniyordu…..
yere doğru…………ağır…ağır
düş…tü…..
iki soru boşlukta asılı kaldı
Neden
Nasıl
?


-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-.-
1.Paul AUSTER, Can Yayınları, 1993
2.Franz KAFKA, Cem Yayınları, 2000
3.Alessandro BARICCO, Can Yayınları, 2001

0 Fikir:

Yorum Gönder