Pİ'NİN ÖYKÜSÜ

|
Take this migraine everywhere I go
Take the fast lane everywhere I go
Take this migraine everywhere I go
Someday, gonna take it slow



Rüzgâr yüzüme çarpıyordu, olanca şiddetiyle. Ayaklarım sürekli hareket halinde. Gücümü dengeli kullanarak varmaya çalışıyordum hedefime. Aslında var olduğundan bile şüpheliydim bu hedefin. Peki, itiraf ediyorum. Amaçsız bir yolculuktu bu. Belki de bir idman. Yürüyüş öncesi bir hazırlık. Bisikletimin gıcırtılarını duymamı engelleyen bir başka ses daha vardı kulaklarımda. Bunun rüzgârın sesi olduğunu düşünüp kendinizi zeki bir romantik durumuna düşürmeyin sakın. Öyle olsaydı ben de hemen anlardım. Bu ses başka bir şeydi. Gönlünüzü almak için söylüyorum; hata benim, bu bir ses değil aslında bir melodiydi. Melodi; bir su sesi gibiydi, yani yine de bir sesti. Kafanızı karıştırmaya çalışmıyorum elbette ama anlatmakta güçlük çekiyorum. Su sesi gibi bir melodiydi. Nerden geldiğin anlamaya çalışırken dengemi yitirdim ve bisikletten kendi rızamın muhalefetine rağmen inmek durumunda kaldım. Bu iniş beklediğimden daha yumuşak oldu. Sadece sızlayan birkaç bölge vardı vücudumda, onların varlığı da başında perukası, yüzüne yanlışlıkla konmuş gibi duran burnu ve küçük bir tebessümle büzülmüş, tebessümü kadar küçük dudaklarıyla o adam karşıma çıktığında silindi gitti.
Adam kendini hemen tanıttı. Alman aksanına bulaşmış bir Türkçeyle konuşuyordu. “ Adım Telemann” dedi “ Georg Philipp Telemann. Bendeniz müzisyenim efendim. O duyduğunuz su sesi de benim bir eserim: ‘ Water Music’. Neden bunu duyduğunuzu ve beni neden o kadar uzun yollardan ve yıllardan buraya kadar çağırdığınızı bilmiyorum ama onur duyduğumu söylemeliyim. Tüm yorgunluğuma değdi. Sizin gibi genç bir delikanlının benim eserimi dinliyor olması ümit verici. Sanırım sevdiğiniz kızla alakalı bir durum bu. Anlatmak isterseniz dinleyecek kadar zamanım var” dedi.
“ Sevdiğim kızla ilgilidir muhakkak” dedim “ ama ben de sizin kadar şaşkınım buraya kadar gelmenize ve bir bağlantı kurmaktan da çok uzağım sizle onun arasında. O yüzden sizi daha fazla tutmayayım. Eğer bir şey bulabilirsem size ulaşmaya çalışırım”
“ Hamburg’da olurum’ dedi. “ Kiliselerin çanlarına doğru seslenirsen hemen gelirim”
Bu onunla son konuşmamız oldu o gün için. Kayboldu gitti. Bana garip bir bulmaca bırakmıştı. Neden Telemann’dı gelen? Yani neden Çaykovski değildi, neden Mozart ya da Beethoven değil de Telemann? Bunu düşünmeye başlamalıydım ama önce bir yerlerde oturup bir çay içsem iyi olacaktı. Hem şaşkınlığımı hem de acıyan yerlerimi unutmak için.
Denize nazır bir çay bahçesinde oturdum ve mekâna uygun olduğunu düşündüğüm ve önceden öyle planladığım için çay söyledim. Çayım geldikten ve ben birkaç yudum çay içtikten sonra karşı masada oturan adam dikkatimi çekti. Zaten dikkat çekmemesi olanaksızdı. Babacan olduğu kadar muzip bakışlarıyla karşımda oturan adam zekânın vücut bulmuş haliydi ve bu benzetme sadece bir benzetme değildi, gerçeğin ta kendisiydi. Özel yapım olduğu belli olan pantolonu kırışıklık içindeki bu adamın saçları her an bulundukları yeri, yer çekimine inat terk edecekmiş gibi dururken, adam da bana dil çıkarmamak için kendini zor tutuyordu sanki.
Çay bardağımı alıp onun masasına doğru yürüdüm. Elinde garip bir bulmaca vardı ve sanırım bugün şansım bulmacalardan yana yaver gidecekti. Oturmamda bir sakınca olup olmadığını sordum. Başıyla belli belirsiz karşı sandalyeyi işaret etti. Oturdum. Uzun süre konuşmadı benle, sonra bana bir kâğıda yazdığı soruyu uzattı.
“ Bunu daha sonra açacaksın ve çözmeye çalışacaksın. Dünyadaki insanların sadece yüzde ikisi bunu çözebilir” dedi.
Ben yüzde 98’e dâhil olduğumu bilsem de akşam göz atmaya kara verdim ama öncesinde böyle bir dâhiyi yakalamışken ona danışmak istedim bir konuda. Hangi konu olduğunu en iyi sen bilirsin. Anlamazdan geleceğini biliyorum yine ama Albert’le konuştuklarımı dinlemek istersin.
Seni anlattım uzun uzun. Umurunda bile olmadı. Matematikçi olduğunu söylediğimde biraz ilgilendi. Benim matematiğimin kötü olduğunu duyunca ise enikonu keyiflendi. Önce benimle dalga geçeceğini sandım. Ama niyeti kesinlikle bu değildi.
"Matematik ile ilgili sorunu olanlar üzülmesin, emin olsunlar ki benim sorunlarım onlarınkilerden çok daha fazla…” dedi.
Bir an içim rahatlar gibi oldu ama onun atomu parçalarken benim ancak bisikletten düşerek bir yerlerimi kanatmayı başardığım düşünülürse bu çok da rahatlatıcı olmamalıydı.
"Hiçbir yanlışlığa düşmeyen kişi, yeni bir hiçbir şeyi denemeyendir... " Yine bir alay sezdim. Ben düşmemiştim. Sadece sert bir iniş yapmıştım o kadar. Dahi olması benimle dalga geçme hakkını vermezdi ona. Ama ben de bunu savunacak cesaret yoktu en azından Einstein’e karşı.
Bana başka bir şey söylemeyeceğini düşündüğüm için kendi masama doğru giderken;
"Hayat iki şekilde yaşanır: ya hiç mucize yokmuş gibi, ya da her şey birer mucizeymiş gibi" dedi. Ben de bu cümleyi düşünerek yerime oturdum. Bugüne kadar kendi yazdıklarım dışındaki mucizelere inanmamıştım. Yani onun tanımıyla birinci şekilde yaşıyordum. Mucizeleri reddederek. Ama şu an; yani sen geldiğinden beri olan biten her şey bana bir mucize gibi görünmeye başladı. En başta sen.
Seni ve onu düşünerek- elbette daha çok seni- yerime oturdum, soğumuş çayımı içmeye başladım, soğuduğu için onu dışlayamazdım. Sanki büyük bir zevk alıyormuş gibi içtim soğuk çayı, çok hoşuna gitti. Benim de öyle. Einstein’ın verdiği soruyu çözmeyi düşünmedim çünkü onu çözmek için bir mucizeye ihtiyacım olacaktı. Senle tekrar görüşene kadar soruyu zihnimin ve cüzdanımın bir köşesinde saklamaya başladım.
Sana yazdıklarımı okumaya başladığımda Einstein çoktan atomlarına ayrılmıştı. Görünürlerde yoktu ve yokluğuna alıştığım anda unuttum onu. Sana yazdığım cümleleri düşündüm. Kalemimle bir alakası yoktu onların. Doğrudan senden kaynaklanıyorlardı. Kaynağı sen olunca güzelleşiyordu cümleler. Su oluyordu. Su gibi… Su sen oluyordun… Sen gibi… Ve söylemişti bir büyük; suya ecel gelmez ve söylemişti Şair-i Muazzam;
Kâinatta ne varsa suda yaşadı önce
Üstümüzden geçer su, doğunca ve ölünce

Necip Fazıl’ı düşünse miydim biraz? Yoksa sana mı dönseydim tekrar? Sana dönmek en güzeliydi o an ve her an. Her dizeden, heybetli her cümleden sonra sana dönmek…
Bu dönüş o kadar sert ve hızlı olmadı. Sakallı ve şişman adam bile şaşırdı sana bu kadar kolay dönmeme. Kolay kolay şaşırmayan bir adamdı. Her şeyin bir nedeni olduğunu bilen ve bunları bir formül ya da sistem ya da her ne denirse yardımıyla sosyal hayata uygulamaya çalışan bu adam birçok insanın hala saygıyla andığı hatta bazılarının putlaştırdığı biriydi. Yazı yazmayı bilirdi ve kuramları. Konuşmayı da severdi, o yüzden yanına gittiğimde benimle hemen konuşmaya başladı. Tam Einstein’in oturduğu masada oturuyordu ve onunla aynı aksana sahipti, muhtemelen de aynı zekâya… Hemen konuşmaya başladık ama artı değerden ya da sistem sorunlarından değil, senden, benden ve sadece benim inancım ve ütopyammış gibi saydam duran bizden.
Gerçeğe inandığını söyledi…
Gerçek olduğunu söyledim…
Devrime inandığını söyledi…
Sait Faik’in sözleri geldi yine aklıma…
Mucizelere inanmadığını söyledi…
Bir mucizeye şahit olduğumu söyledim…
Birbirimizi hiç dinlemedik. O Kapitaline döndü, ben yine sana. Hemen unuttum onu da. Yalnız bu iki Almanla ilgili aklıma takılan bir şey vardı. Neden gelmişlerdi? Neden ikisiyle de senin hakkında konuşmuştum? Onların senle bağlantısı neydi? İlk gelen Almanla bir alakaları var mıydı? Neden onlar sadece, neden başkaları değil?
Bu üç adamın bir ortak noktası olmalıydı. Ama neydi? Sanki bu sırrı çözersem sana ulaşabilecektim. Sanki ütopya olan sen gerçeğe dönecektin kurduğumda bağlantıyı. Ne kadar zaman alırsa alsın uğraşacaktım, sana ulaşmak benim için zaman üstü bir uğraştı çünkü. Zamandan ve mekândan azade bir koşturmacaya başlamıştım ve varılacak yerde beni beklediğini umduğum bir masal perisi vardı.
Çok zor durumda kalmıştım ama içinden çıkmak için elbette birisi bana yardımcı olacaktı. Ben de sana ulaşmayı değil, senin güzelliğini düşünerek zaman geçirdim. Ta ki o gelene kadar yine. Bana olan kırgınlığını unutmuştu. Omzuma dokundu usulca ve her zamanki çekingenliğiyle. Garabet bu ya o da Alman aksanıyla konuşmaktaydı. Sorunumu ve çözümü bildiği de aşikârdı. Ben sormadan anlatmaya başladı.
—Ludolph’a haksızlık yapıldı, dedi. Onun adıyla anılmaya devam edilmeliydi. Arşimet de olabilirdi tabi ama Ludolph başkaydı. Evet, tahmin ettiğin gibi Alman olduğu için böyle. Ama ikisinden birinin adıyla anılmaya devam etseydik keşke. Pi nerden çıktı sanki!
Anlamış gibi yapıyordum. Bugüne kadar hep anlamıştım çünkü onu. Şimdiyse Ludolph, pi, üç Alman ve sen… Nasıl bir köprü kurma peşindeydi acaba?
—3,14, dedi.
Birdenbire. Yüksek sesle, heyecanla.
—Sorunun cevabı 3,14.
Boş boş baktığımı görünce;
—pi sayısı, dedi. Bak anlatayım; Telemann 14 Martta doğmuştu. Büyük bir müzisyendi tanıştın. Hatta Su Müziğini de dinledin. O kızdan tam 302 yıl önce. Albert, o deli adam da 14 Martta doğmuştu, daha erken bir zamanda ama kızdan 104 yıl önce. Hepsi aynı gün doğmuş ve aralarındaki bağ bu. Marks ise, o şişman Alman, kız doğmadan tam yüz sene önce aynı tarihte kayboldu gitti dünyadan. Anladın mı şimdi?
Anlamıştım. Aynı gün doğmuştunuz hepiniz ve o gün Pi idi. Büyüleyici bir sayının senle mutlaka bağlantısı olmalıydı zaten.
Sonra Pi’yi düşündüm, araştırdım. İkimizle de bir bağlantısı olmalıydı sayının. O zaman öğrendim ki aşkın bir sayıymış Pi. Buydu işte kilit nokta.
Aşkın sayısı aşka en layık kızın doğum gününe denk geliyordu.
Aşkın sayısı kendini aşkın kendisinde var ediyordu.
Aşk bir sayının içindeydi ve sonsuza uzanıyordu.
Aşk sana en yakın sayının içinden bana doğru akıyordu.
Aşk Pi idi.
Aşk sendin.
Bilirsin kolayına kaçmayı severim, tembellik var serde biraz. Hep bir kısa yol arar dururum. Bulurum da çoğu zaman ama bu sefer kesin kararlıyım, Pi’ye ve sana sadık kalıyorum.
Asla ve asla Pi’yi 3 almak yok…

1 Fikir:

pixis Says:
2 Şubat 2011 15:02

'...Pi’ye ve sana sadık kalıyorum.
Asla ve asla Pi’yi 3 almak yok…'


etkileyici...

Yorum Gönder