GÖKTAŞI

|
Kapıyı boş olan elimle açıp içeri girdiğimde 24 kişi birden aynı anda ayağa fırladı. Askeri disiplin gereği ben oturmalarını söyleyene kadar ayakta beklediler. Hallerini hatırlarını sorduğumda, meraktan sormadığımı, bunun da bir formalite olduğunu bildiklerinden sadece hep bir ağızdan teşekkür etmekle yetindiler. Sıradan, hiçbir yaratıcılığı olmayan bir el hareketiyle oturmalarını işaret ettim. Gürültülü bir biçimde, en azından bu durağan sınıf ortamında bana gürültülü gelecek bir şekilde yerlerine oturdular.
Masama geçip sınıf defterini açtım. Önce o gün işleyeceğim konuyu deftere yazıp, altına alışkın bir hareketle imzamı attım. Daha sonra sınıfın sakinlerine idare tarafından verilen numaraları; sırayla, yüksek sesle okudum. Ben okudukça numarasını duyan kişi, sınıfta olduğunu belli edecek sesler çıkartıyordu. O gün “yok” diyen olmamıştı. Yani genel monotonluk halini kırabilecek bir olaydı bu. Yine de her zamanki gibi bir zamandı, her günkü gibi bir gün, her derski gibi bir ders…

Yoklamayı bitirdiğimde öğrenciler kitaplarını ve defterlerini hazırlamışlardı bile. Masanın üzerinden takım elbisemin koluna bulaşan tebeşir tozunu sildikten sonra elime bir beyaz bir de renkli tebeşir alıp tahtaya yöneldim. Mesleğimde, yaptığım en iyi şeydi tahtayı kullanmak. Konular, alt başlıklar, örnekleri; tertipli, düzenli bir şekilde tahtaya yerleştirmek benim için bu mesleğin özüydü. O gün de her zaman yaptığım gibi tahtayı nefis bir yağlı boya tablo gibi süsledim. Görüntü nefisti. En azından bu sanatsal başyapıt, içinde debelendiğim sıradanlık girdabından kurtulmak için kendime uzattığım, çürümeye yüz tutmuş bir ağaç dalı gibiydi. Her ne olursa olsun biraz neşelenmeme yetmişti tahtadaki şaheser. Öğrencilerime tahtadakileri defterlerine geçirmeleri için biraz süre verdim. Sınıf içinde of’lu puf’lu birkaç isyan, birkaç fısıltı birkaç ürkek serzeniş dışında net bir tepki olmadı. Ne yazdığını bilmeyen kalemler defterlerin üzerinde oynaşmaya başladı.
Ben, öğrenciler tahtadakileri depolarken, cama doğru ilerledim ve dışarıyı seyretmeye başladım. Dışarıda olağandışı hiçbir şey yoktu. Herkesin iletişim kurmak için bağırma alışkanlığı edindiği bu Doğu Karadeniz kentinde sokaklar yine park etmiş araçlarla, kavga eden insanlarla, bağıran çocuklarla, yine kavga eden insanlarla, başıboş dolaşan köpeklerle, sahipleriyle dolaşan ineklerle, sırtlarında kendilerinden büyük denkler taşıyan kadınlarla doluydu. Çarpık inşa edilmiş ve sıvasız evlerin çirkin görüntüsü eteğinde bulundukları karlı dağın görkemli görüntüsünü kirletiyordu.
Her zaman olduğu gibi kendinden bezmiş bir yağmur kendinden bezmiş insanların üzerine sinir bozucu bir yavaşlıkla iniyordu. Yine. Sınıf penceresinden açıkça görebileceğim bir yerde iki adam ne için tartıştıklarını unutmuş bir halde küfürleşip durmaktaydılar yağmur başladığında. Birbirlerine ettikleri küfürler bu bölgeye ilk geldiğimde beni çok rahatsız etmişti ama artık fazlasıyla bilindikti benim için. Karşılıklı küfür alışverişleri yağmurla sekteye uğrayan ikili karşıdaki kahveye girip birer sigara yaktılar ve çaylarını karşılıklı yudumladılar, küfürleşmeden.
Camdan dışarı bakarken, yağmurun inişini seyrederken, içimdeki sıkıntıyla baş etme yolları ararken, öğrenciler defterlerini gereksiz bilgilerle doldururken, benim içim sıkılırken, dışarıda insanlar yaşarmış gibi yaparken, ben sıkıntıdan boğulurken; bir yerlerde çay demlenir, başka yerlerde kahveler höpürdetilirken, kaldırımlarda arabalar aymazca yol alırken; ben içinden çıkamadığım, içimden çıkaramadığım bir bulantıyla cebelleşirken, sıra dışı bir şeyler olmasını düşlüyordum. Her ne olursa! Belki müthiş bir araba kazası; etrafa yayılan kollar, bacaklar. Benim net bir şekilde görebileceğim bir yere doğru sürüklenen gözleri yuvalarından uğramış kesik bir baş. Belki çöken bir bina ve altında kalan insanlar; bağırışlar, feryatlar, korku, bana doğru süzüle süzüle gelen devasa bir toz bulutu. Yüzü, gözü kan ve toz içinde olan insanlar…
Hiçbir şey olmadı. Sadece bir öğrenci;
— Öğretmenim, şurada ne yazıyor? Diye sordu.
Öğrenciye cevap verip bir kez daha sorulmasın diye tekrarladıktan sonra camın dışında dolaşan hayallere geri döndüm. Bir şeyler olsaydı. Ne olursa!
Yağmur şiddetini artırmaya başlamıştı, ben bunları düşünürken. Bu da garipsenecek bir durum değildi. Ama bu yağmur bir fırtına taşısa, denizin dalgaları coşsa, şehrin içlerine kadar dolsa, herkesi sarıl sarmalasa, yutsa, sindirse, tükürse… İnsanlar korkuyla birbirlerine tutunmaya, canlarını kurtarmaya, sevdiklerine ulaşmaya uğraşırken, ben heyecan içinde onları seyretsem, hatta onlar gibi ölümle burun buruna gelsem, acemi kulaçlarla suyun üstünde kalmaya uğraşsam, kurtulmak için bin bir yol denesem, hatta ve hatta kurtulamasam, o hengâme içinde boğulup ölsem…
Daldığım düşüncelerden yağmurun şiddetini bir kat daha artırdığını fark ettiğimde sıyrıldım. Yağmur gerçekten şiddetliydi şimdi. Olağan durumu zorlayacak biçimde şiddetli ama ne şehri istila eden dalgalar ne de karıncalar gibi suyun şiddetine kapılıp sürüklenen insanlar vardı.
Arkamı dönüp sınıfa bir göz attığımda ağır çekim bir hayat süren öğrencilerimin alıştırmaları yapmakla meşgul olduğunu gördüm. Yağmurla da hayatla da ilgileri yok gibiydi. Yağmur ve güneş, hayat ve ölüm, hız ve durağanlık onlar için birbirinden farksız kavramlardı. Onlar için kavramlar olabildiğince yüzeyseldi. Sıradanlık damarlarındaki kan kadar yakındı.
Tekrar kendi dünyama döndüğümde sanki gökyüzü içinde tuttuğu ne varsa boşaltmak istermiş gibi tüm yağmur damlalarını gökyüzüne indirmekteydi. Yağmurun gürültüsü beni rahatsız etmeye başlamıştı, sacların ya da tentelerin üzerine vururken çıkardığı ses artık kulak tırmalıyordu. Gürültü katlanılır gibi değildi. Ne araçların sesi ne de doğadaki herhangi bir ses bastırabiliyordu yağmuru. Hükümranlığını adil bir devrimle ilan eden ama gücünün şiddetine mahkûm olup bir diktatöre dönüşen karizmatik bir lider olmuştu yağmur. Bense yaptığı devrime hayran, diktatörlüğünden iğrenen bir işçi gibi izliyordum onu.
Sonra, yani fani zaman kavramına göre sonra, yani benim kavrayamadığım bir zaman sonra yağmur birden durdu. Bu duruş o kadar ani oldu ki. Gözlerimin önünden kayan damlalar artık orda olmadıkları halde sesleri hala kulaklarımda yankılanıyordu. Hareket eden aracın aniden durmasıyla hareket yönüne doğru savrulmak gibi bir şeydi. Yağmur durup sesi de kulaklarımdan silindiğinde olağandışı bu tecrübenin içime merak ve ürperti dışında kesif bir heyecan da saldığını duyumsadım. Yağmur sesini kaybetmişti ama ortamdaki sessizliğin nedeni bu değildi. Hiçbir yerden ses gelmiyordu. Şehir de sesini yitirmişti. Kulaklarımda bir sorun olup olmadığını düşündüm ilkin. Çünkü sıra dışı bir olay istiyordum ama doğaüstü bir olay aklımın ucundan bile geçmiyordu. Kulaklarımı denemek için iki parmağımı kulağımın hemen yanında şaklattım. Bu cılız ses peşi sıra sağır edici bir gürültü getirdi. Önce yağmurun döndüğünü sandım. Ama bu ses dünya üzerinde geçirdiğim 26 yıl boyunca duyduğum en büyük gürültüydü. Belki de duyulabilecek en büyük gürültüydü, bugüne kadar duyulmuş en büyük gürültü.
Ben gürültüye bir anlam vermeye çalışırken mavisiyle böbürlenen gökyüzünün tam orta yerinden turuncusuyla sarısı el ele bir göktaşı gökyüzünün bütün ihtişamını yerle yeksan edip, gökyüzünden rol çalıp dünyaya yaklaşmaktaydı.
Sıradanlıktan sıyrılmıştı o gün, anlamsızlığa doğru yol alıyordu. Yerime çakılıp kalmıştım. Göz kapaklarımı hareket ettiremiyordum, bugüne kadar benim isteğim dışında hareket eden bütün kaslarım kasılıp kalmıştı. Buna kalbim dâhil.
Bu şaşkınlı durumunda, sanırım ölümün saçmalığı yüzünden aklıma gelen ilk şey dinozorlar oldu. Belki o zaman da bir dinozor benim hissettiklerimi hissetmişti. Belki dinozorlar durağan bir yaşamdan sıkılan bir türdeşleri yüzünden yok olmuştu. Belki bu yok oluş sıradanlığa, durağanlığa karşı bir başkaldırıydı. Tıpkı benimki gibi.
Dinozorlara dair düşüncem izlediğim 3 boyutlu bir filmi düşünmemle devam etti. Film kötü bir filmdi ama izleyenler oldukça renkliydi. Film başladığında birçok insan şaşkınlık nidaları çıkarmıştı. Birçok çocuk perdede gördüklerini gerçek sanıp onlara ulaşmaya uğraşmıştı. Şimdi ben şaşkınlık nidaları bile çıkaramazken hangi yalanı, hangi düşü gerçek sanıp, hangi gerçeğe ulaşmaya çalışacaktım. Hangi ölüm, şu anki yaşamdan daha saçma olmayı başarabilirdi? Hangi ölü benim gibi ölümü şaşkınlıkla karşılamıştı?
Göktaşı, hızını sabitlemiş bir biçimde yaklaşıyordu dünyaya doğru, yani aslında bana doğru. Turuncusunu ve sarısını sağa sola saçmaya başlamıştı. Kopan her turuncu bir evi yerle bir ediyordu uzaklarda. Yere çarpan her sarı koca bir oyuk açıyordu alev alev. Çarptıkları her yeri ve insanı turuncuya ve sarıya çeviriyorlardı ve bu insanları bıraktıklarında dokundukları bu ölümlüler artık griye dönmüş oluyordu. Sahi gri neyin rengiydi?
Dünya alev almışken, göktaşı yüzünde muzaffer bir tebessümle yaklaşıyordu dünyaya. Dünya şaşkındı. Sonunun küresel ısınmayla geleceğini biliyordu ama küre benzeri bir göktaşının saldığı alevlerle geleceğini akıl edemezdi elbette. Dünya şaşkın, göktaşı acımasızdı. Sarısını ve turuncusunu etrafa saçtığı içi olacak rengi gitgide kızıla dönmüştü göktaşınım-n. Kıpkızıldı göktaşı ve yaklaştıkça yaklaşıyordu. Kasılıp kalan bütün kaslarım birden serbest bırakılmışlarcasına gevşemişti. Artık vücudumda denetim altında tutabildiğim herhangi bir kas ya da organ yoktu. Dünya akıbetini yitirmişti bense bedenimin üzerindeki denetimimi. İkimizin de sonu kaybettiklerimizle birlikte gelmişti. İkimiz de artık korkmaya başlamıştık.
Gözlerimdeki kızıllık büyümeye başladığında, hayatta pişmanlık duyduğum bir şey var mı diye düşündüm. Çok fazla şey vardı sayamadım. “ keşke yapsaydım “ dediğim şeyleri düşündüm. Aklıma gelen ilk şey;
— Keşke bu öyküyü daha erken bitirseydim ya da hiç yazmasaydım, oldu.
Belki o zaman ikinci bir türün nesli daha tükenmezdi. Belki bu öyküyü yazmasaydım sarı, turuncu ve kızıl dünyayı sarmazdı. Belki milyarlarca insan yok olmazdı. Belki ben hala yaşıyor ve sıkılıyor olurdum.
Bu düşünceler eşliğinde öğrencilerime son bir kez bakmak istedim. Hiçbir şeyden haberleri yoktu. Onlar beklentisiz yaşamlarının olağanlığında kısılıp kalmışlardı. Onlar yeterince mutluydular.
Tekrar ölüme döndüm yüzümü. Göktaşı artık o kadar yakındı ki üzerinde koşturan alevleri teker teker görebiliyor, birbirlerinden ayırt edebiliyordum. Taşıdığı cehennemi sıcaklığı yüzümde ve tüm gözeneklerimde hissediyordum. Ölümün sıcaklığı mıydı bu, huzurun mu, heyecanın ya da korkunun mu? Artık göktaşını bana çarpmasına ramak kalmıştı. Ve ben bir sesle irkildim. Göktaşına arkamı döndüm, çantamı topladım ve kitaplarını toparlayan öğrencilerimin önünden geçip, sınıftan çıktım.
Şu an o göktaşına ne oldu bilmiyorum, bana ne olacak onu da…

1 Fikir:

balçık Says:
17 Ocak 2011 16:33

skhizein adında çok güzel bi kısafilm var. aç google'dan bak, yada bulamazsan yazını okuduktan sonra koydum kendi bloğuma, ordan bak. ama bak bak bak. çok güzel.

Yorum Gönder