YERLERE ÇÖP ATMAYIN

|
 Sevgili insanoğlu,
Yaptığı işlerin sorumluluğunu alamayacak kadar korkak olan sen, acı çekmektense ölmeyi yeğleyecek kadar onursuz olan sen, kaybetmeden var olduklarından haberdar olmadığın varlıklar ve nesneler arasında burnu bulutlarda gezen sen, yaratılanların en yücesi ve en zavallısı sen, aslında muhatap alabileceğim bir noktada değilsin ve kişisel tarihin göstermektedir ki hiçbir zaman o mertebeye ulaşamayacaksın.  Ama yine de ben gönlümce bir yücelikle sana sesleneceğim, anlayamayacağını bile bile anlatmaya çalışacağım. Sen ki onlarca haberci telef ettin yüz yıllar boyunca. Tanrının sana gönderdiği, göğe ait olan peygamberleri de, kendi kendinin Tanrı’sı olan yeryüzü peygamberlerini de dinlemeyecek kadar kendinden bihaber yaşadın ve yaşamaktasın ama ben yine de Nietzsche’ye inat eziyetin süresini artırmaya katlanarak, umutlanacağım. Ki o da yeryüzü peygamberlerinden biriydi. Sana anlatacaklarım zaten bildiğin şeyleri somutlaştırmaktan başka bir şey olmayacak ve senden bir tek şey isteyeceğim bu mektubun sonunda. Yapmayacaksın biliyorum ama ben yine de isteyeceğim. Belki içinde hala Tanrı’nın üflediği nefesten bir yel esimi kadarı kalmıştır.
Aslında nereden başlayacağımı tam olarak bilemiyordum. Sana yazmaya karar verdiğimde zihnimde sana dair acıma ve nefret duygularının hâkim olduğu bir fikir kargaşası vardı. Ne anlatacağımı bile bilmiyordum desem yeridir. Ama sonra yavaş yavaş ne söyleyeceğime önceden karar vermem gerekmediğini anladım. Canı yanmışların canını yakanlara söyleyecek sözleri her zaman mevcuttur. Meçhule sürgün edilenler iç ceplerinde, ne olur ne olmaz diye,  birkaç küfür bulundururlar faillerine karşı. O yüzden ben de çektiğim acı elverdiği, yol verdiğince sana yazacağım şimdi.
Sen kendi soyundan olanları bile katletmekten çekinmeyen bir varlıkken, nasıl olur da bizim gibileri suçlarsın her yangında. Kendi soyundan olanları öldürmek, bizim için cinayetten öte bir günahtır. Ama sen tarihinde Mussolini’nin, Hitler’in, Stalin’in önünde eğilmiş, peşinden koşmuş, onlara biat etmiş, zulümlerine göz yummuş bir güruhun mensubusun. Toplu katliamlar senin tarihinde sığıntı birer dip not gibi kalıyor. Hiroşima’nın tepesine balyoz gibi inen Koca Oğlan’ı unuttun mu yoksa? Kara Kıta’nda her gün açlıktan ölenlerin tükenen nefeslerinde senin de payın yok mu sanki? Sana benzemeyen canlılara yaptığın eziyeti anlarım bir nebze de olsa ama ihtiyacın olmayan şeyleri elde etmek için kaç cinayet işliyorsun yaşadığın şehirlerin sokaklarında, hiç düşündün mü?  Ve bu kadar büyük bir canilikle çepeçevre sarılmış olan sen, kül olan ormanlardan söndürülmeden atılmış bir izmariti sorumlu tutarken, aslında alttan alta o sigarayı yakan bizi suçluyorsun. Peki, neden düşünmüyorsun senin kadar cani olmayan varlıkların bu dünyada bulunduklarını? Her orman yangınında kaç cenin kaybederiz biz bilir misin? Daha dünyaya gelmeden yok olan kaç milyar kibrit vardır o ormanda? Sana bir günah keçisi gerekir ya her katliamdan sonra, bu yangınlarda bana yüklediğin günahın ne kadarı senindir peki? O sigara kimin dudaklarında yaşadı son saniyelerini, bizi o sigaraya tutuşturan kimin parmaklarıydı? Biliyorum, çektiğimiz acılar sana ulaşamayacak, yaptığım şeyin duygu sömürüsü olduğunu düşünüyorsun, yüzünü tiksintiyle buruşturduğunu görür gibiyim. Bu yüzden hatırlatmakta fayda görüyorum. Bir varlığa duygu sömürüsü yapılabilmesi için önce onun sömürülmeye değer duygularının olması gerekir. Ne zaman yitirdin duygularını kim bilir. Çilekeş habercini çarmıha gerdiğinde büyük oranda duyu kaybına uğradığını biliyorum. Gerisini bana cevap yazacak gücü kendinde bulabilirsen eğer sen anlatırsın.
            Eğer o gücü kendinde bulabilirsen, acı eşiğinin neden bu kadar düşük olduğunu da yaz, olmaz mı? Çektiğin acıları büyüte büyüte adam gibi acı çekmeyi unuttun. Senin için parmağına iğne batması da bir uzvunun kesilmesi de eşit derecede isyan nedeni oldu. O yüzden kendi acılarına bile duyarsızlaşmaya başladın artık. Hem kendini diri diri yakıp hem de bir sokak köşesinden elinde gaz bidonuyla dönerek kaçan sendin. Hem darağacında sallanan hem iskemleyi tekmeleyendin. Hem tetikte parmak hem namludaki siluettin. O yüzden bir suçun hem maktulü hem faili olmak sende duyu kaybına neden oldu ve bu kayıp o kadar büyüdü ki bu defa kendinden başka varlıkların acı bile çekemeyeceğini düşündün. Bizden birini yakıp elinde tutarken –belki yoluna ışık olalım, belki sigarana ateş diye- zaman kavramından uzaklaşan zihnin seni uyarmaya zaman bulamayıp parmağın yandığında en sunturlu küfürlerini savurdun bize. Ama orada, o kadarcık zaman diliminde acı içinde bir ömür tükendiğini göremedin. Bir kibrit çöpü tüm ömrünü ateşler içinde bitirirken senin düşüncen bir bit yeniği kadar yanığın acısıydı. Her dem kalbinin kırılmasından söz eder durursun, ama düşünmeden kırarsın kibrit çöplerini çıt çıt. Acı sadece insana özgü bir nimet olsaydı inan onu da bu kadar cömert harcayamazdın.
            Kendini yeryüzü peygamberi sanan bir şaklabanın yazdığı hikâye bizim kutsal kitabımız sayılır çünkü fedakârlık neymiş anlatan öyküdür o. Ama Andersen denen madrabazın yazdığı şekliyle değil elbette. Zaten sen fedakârlık ne demek nereden bileceksin ki? Karşılığını alamayacağın bir konuda fedakârlık yaptın mı hiç? Bir onur payesi, bir kahramanlık övgüsü alamayacağın hiçbir yerde adının geçtiğine şahit olmadık. En okumuşları benim kibrit çöplerinin ama ben bile hiçbir yerde senin sadece başka insanlar için kendini feda ettiğini duymadım. Sen hep kendine benzer heykeller hayal ettin fedakârlıkların sonunda, hep adınla dolu kitaplar, dudaklarca dualar, yerlere kadar eğilen teşekkürler. Bizse sadece yandık başkaları için. Hikâyeden bahsediyordum değil mi, bizim kutsal kitabımız olan? Kusura bakma, öfke bazen şirazemi bozabiliyor. O hikâyede Naile adında küçük bir kız vardı ki, biz onu Bakire Meryem sayarız ya da hayatın kaynağı Havva. O kızın ölümüne çok üzüldük. Bu yüzden her Noel gecesi kibritler nemlenir. Bu bizim yas tutma şeklimizdir, senin sandığın gibi hava kaynaklı bir durum değildir. Naile’i kurtarmak için onlarca kutu kibrit yanıp kül oldu o gece. Ve hiçbiri en ufak bir teşekkür beklemedi. Ve hiç biri yandıktan sonra kutusuna geri koyulmadı. Bunu o zaman düşünmedik bile. İstedik ki o kız hayatta kalsın ama olmadı. Yine de sen bunu anlayamayacak kadar vefasız olmayı başardın.
            Sanırım anlattıkça içimdeki nefret azalmasa da eski şiddetini yitirdi. O halde şimdi senden isteyeceğim şeye sıra gelmiş demektir. Bunu yapıp yapmayacağını bilmiyorum. Dedim ya Nietzsche’ye inat, umut edeceğim. En azından bu isteğimi yerine getirerek düşündüğüm kadar kötü olmadığını kanıtlayabilirsin, eğer içinde bir yerlere dokunabildiysem. Senden isteyeceğim şey o kadar basit ki duyunca şaşıracaksın belki de. Ama bu benim ve tüm soydaşlarım için çok önemli. Sen ölülerine saygı göstermeyi övünülecek bir jest olarak gören insanoğlu, bizim ölülerimize de aynı saygı gösterir misin? Sevdiğin insanlar ölünce onları ait oldukları kutulara koyup mezarlarına indiriyorsun. Bu anlaşılabilir bir ritüel. Biz de aynı şeyi istiyoruz senden. Bir kibriti yakıp kullandıktan sonra, işin bittikten sonra yani, kutusuna geri koy lütfen. Biz de en az senin kadar saygı duyuyoruz ölülerimize. Onların ruhsuz kalmış, ateşsiz kalmış bedenlerini yerlere atılmış olarak görmek bizim için çok büyük bir işkence. O yüzden sen insanoğlu lütfen yerlere kibrit çöpü atma. Hepiniz, lütfen yerlere çöp atmayın.

0 Fikir:

Yorum Gönder