AZİZİN GRİ DÜNYASINDA

|
Büyük bir kitabevi…
Gürültülü sayılabilecek bir ortam; etrafta kitaplarla ilgilenenler, kitaplarla ilgilenenlerle ilgilenenler, öylesine etrafına bakınanlar, zaman geçirmek için buldukları ilk kapalı alana girenler…
Ve ben…
Ve sen…
İçeri girdiğim anda yüzüme çarpan serin hava dalgınlığımı biraz olsun kırmıştı. “U” şeklinde tasarlanmış kitabevini biraz daha ayık bir kafayla gezme olasılığım doğmuştu böylece. Sağımda solumda sıralanmış yüzlerce kitap…
İngiliz Edebiyatı… Fransız Edebiyatı… Rus Edebiyatı… Alman Edebiyatı…
Hangi kitabı alacağımı biliyor muydum? Hayır. Belki Auster, belki Dostoyevski, belki Borges, Saramago, Yaşar Kemal, Leyla Erbil…
Eninde sonunda, dolaşırken gözüme bir şey çarpacağını ve beni kendi içerilerine doğru çekeceğini biliyordum. Yürümeye devam ettim, arada bir elime bir kitap alıyor, arka kapağını okuyor ve aldığım yere incitmeden bırakıyordum. Ki ben hayran olduğum kitapların canını çok yakarım, kalem darbelerim her yerindedir kitabın, savaştan çıkmışa döner kitap, savaştan çıkmışa dönerim ben de.
Kendini beğenmiş bir alıcı suretinde dolaşırken biraz önce yanından geçtiğim raflardan birinden garip bir ses geldiğini işittim. Garipti çünkü ses bir böcek sesiydi, garipti çünkü bir kitabın içinden geliyordu. Kitaba doğru yaklaşmaya başladığımda yoğun bir toz bulutu çarptı gözüme. Etrafıma baktığımda bu garip durumun sadece beni sardığını fark ettim çünkü ne kimse dönüp bakmıştı ne de hareketlerinde en ufak bir değişiklik olmuştu. Gariplikler artmaya devam ediyordu çünkü kitapların üzerinde dolaşan ve ne olduğu anlaşılamayan duman giderek beni de içine almaya başlamıştı. Kaçmaya çalışmak aklımın ucundan geçmedi ama korkumu saklamak da elimden gelmiyordu. Dumanın bedenimi istila etmesi bir yana kitabın içinden gelen ses artık katlanılmaz bir dereceye gelmişti.
Bu garip duman, toz bulutu her ne ise beni kitabın içine doğru taşımaya başladı. Ve kısa süreli baygınlık ya da bilinç kaybı hatta ufak bir koma halinden sonra kendime geldiğimde sayfaların içinde büyük bir böcekle karşı karşıyaydım. Yüzünde garip bir hüzün olan bir böcekle… Ben daha ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilmez durumda öylece kalakalmışken bir ses sakin olmamı, korkulacak bir şey olmadığını, bir süre sonra sanal âlemime geri dönebileceğimi söyledi… Dönüp baktığımda karşımda 16–17 yaşlarında bir genç duruyordu. Kendine güveni tam görünen, yüzünde dünyaya boş vermiş bir ifadeyle bana bakan bir genç. Yine benim konuşmama müsaade etmeden uzun bir gemi yolculuğundan yeni döndüğünü, çok yorgun olduğunu ve artık ait olduğu kitaba dönmesi gerektiğini söyledi, ismini sormama bile fırsat kalmadan aniden gözden yitti. Arkasından bakmayı çok isterdim hem böylelikle bunları size yazarken “ Arkasından bakakalmıştım” gibi bir cümle kurabilirdim ama bu bile mümkün olmadı çünkü onun kaybolmasıyla içinde bulunduğumuz mekânın da yerle bir olması ve 7 saniye içinde tekrar ve yepyeni bir surette inşa olması bir oldu. Evet, mekân değişmişti muhtemelen zaman da ama böcek yüzünde hala aynı ifadeyle bana bakmaya devam etmekteydi. Ben de gözlerimi ondan ayıramıyordum, nasıl bir yaratıktı bu, gözlerinde insansı pırıltılar; sanki her an gözyaşına dönüp akacakmış gibi görünen yoğun bir hüzün… Böceğin beynime saldığı bilmeceyi çözmeye başlamaya niyetliydim ama…
Yorgun argın bakışlarıyla memur görünümlü bir adam belirdi bir anda böceğin tam arkasında ve böcek saydamlaşmaya, giderek görünmez olmaya başladı. Sanırım bu memur görünümlü adam da konuşmama izin vermeyecekti. Tam da düşündüğüm gibi olmuştu. Adam konuşmaya başlamıştı ama sesi çok uzaklardan gelip çok uzaklara gidiyordu sanki. Bana hiç mi hiç tanıdık gelmeyen şeylerdi söyledikleri. Bölük pörçük anlayabildiklerim arasında en çok kulağıma çalınan sözcük: ŞATO’ydu… Başarabileceğinden söz ediyordu ama başaramayacağına o kadar emindi ki sanki bahsettiği Şato’yu yıllardır sırtında taşıyordu ve artık bu ağırlığı kaldıracak gücü kalmamıştı. Cesaretimi toplayıp isminin ne olduğunu sorduğumda hortlak görmüş gibi irkildi ama beni görünce rahat bir nefes aldı ve geleceğimin onlara bildirilmiş olduğunu söyledi. Sesi giderek kısılmaya başlamıştı, kadastrocu olduğunu ve isminin K. İle başladığını zorlukla anlayabildim. Zaten o anda da geldiği gibi anlaşılmaz bir şekilde yok oldu.
Karşımda yeniden böceği görmeyi beklerken sırtında pırıl pırıl bir bıçakla ve yüzünde anlamamış bir anlatımla bir adam belirdi. Sanırım bu yolculuk boyunca bir de cinayete tanık olacaktım. Ama bir zaman sonra bu öngörüde yanıldığımı anlayacaktım. Evet, cinayete tanık olacaktım ama bir değil iki tane…
Adam elinde mektuplarla bana doğru gelmeye başlamıştı. Bense kıpırdayamıyordum bile. Yanımdan beni görmemiş gibi hızla geçip ileride onaylamayan bir şekilde kafasını iki yana sallayan adam yaklaştı ve elindeki kâğıtları o adama teslim etti. Adamsa ihanet etmeye kararlı bir şekilde kâğıtları alıp iç cebindeki baskı makinesinin içine usulca bıraktı. O sırada kâğıtların içinden bir kaç kadının sesi çalındı kulaklarıma, bir tanesininki daha baskın… Bıçaklanmış adam yine bana aldırmadan yanımda geçti ve az ilerde yere yığıldı, ağzından çıkan tek sözcük “NEDEN’ di… Ve o anda da diğerleri gibi sırra kadem bastı…
Etrafımda kimse kalmamıştı. Sadece önümde uzanan gri ve tozlu bir yol.Yürümeye karar verdim, zaten vermemiş olsam da başka çarem yok gibiydi.Adımlarım gerçeküstü bir şekilde uzun mesafeler atlatıyordu bana. Çevremden hızla inanılmaz görüntüler geçiyordu.
İlk gördüğüm şey; açlıktan bütün kemikleri sayılan bir adam ve onu seyreden insanlardı, sonra bir maymun insanların içinde kendine yer edinmeye çalışan, bir akbaba ve oğullarına mektup yazan bir baba, ilerideki savaşı fark ettiğimdeyse hızlanmaya başladım, kafamı bile çevirmedim o tarafa… Sonra, birden sanki yol bitti, zaman durdu. Kendimi İŞÇİ KAZA SİGORTASI yazan bir binanın önünde buldum. İçeri girmeye niyetlendiğimde kapıdan çıkmak üzere olan o adamı fark ettim. Kesinlikle bir Aziz olmalıydı. Hayır, yanlış anlamayın görünümüyle ilgili değil bu tespit çünkü zayıf, kepçe kulaklı, hasta görünümlü, korkak bir anlatıma bürünmüş bir adamdı… Ama kafasından öyle bir ışık yayılıyordu ki erkenden gökyüzüne yükseleceği belliydi.
Bana baktı…
Bana baktı ve gülümsedi…
Bana baktı ve gülümsedi ve dedi ki;
“Tanıştığımıza çok memnun oldum”
O andan itibaren O’nun öğrencisi olacağımı ve söylediği her şeyi kabulleneceğimi anladım. Yanımda fazla durmadı kemikli elleriyle ellerimi sıktıktan sonra yolda karşılaştığım herkesi ve her şeyi koltuk altındaki dosyaya sıkıştırıp gri bir toz bulutunun içinde bembeyaz bir ışığa dönüştü. O anda her şey bir kez daha allak bullak oldu. Böceğin sesi, sırtında bıçak olan adam, denizden gelen çocuk, kadastrocu… Son gördüğüm şey ışığa doğru uzanan oldukça büyük bir eldi…
Gözlerimi kamaştıran bu ışığın etkisinden kurtulduğumda, kendimi yine o umursamaz kalabalığın içinde buldum. Alman Edebiyatı rafının önündeydim ve elimde gri kapaklı kitaplar vardı. Hızla kasaya gittim, kitapları satın aldım ve üzerinde çirkin bir kedi resmi olan kâğıt torbalarla dışarı çıktım. Her şey eskisi gibiydi, tek değişen şey; artık benim bir Aziz’im vardı, bir yol göstericim…

0 Fikir:

Yorum Gönder