ZAMANIN EVİ

|
Bu satırları derinden gelen tıkırtılar içinden yazıyorum. Burada herkes birbirini kovalıyor. Benim önümde kimse yok. Koşuyorum…
Soğuk adeta vücuduma yapışmıştı. Yarı donmuş parmaklarımla evimin kapısını açmaya çalışırken, bir yandan da en kısa zamanda eve girip sırtımı en yakın kalorifer peteğine dayamanın hayalini kuruyordum. Bir iki denemeden sonra kapıyı açmayı başardım. İçeriye girmemle evimin sıcaklığının beni olanca içtenliği ile kucaklaması bir oldu. Donmaktan kurtulmuştum. Felsefi sorgulamalara girecek durumda olmasam da düşünmeden edemedim. Zamane insanın kahramanlıkları ne kadar yüzeysel, tehlikesiz ve bencilceydi.
Donmaktan kurtulmak bana bir an için büyük bir başarı gibi gelmişti ama aslında ortada böyle kahramanlığa dair bir savaşım yoktu, bir insanın bedeni bundan katbekat soğuklara dayanabilirdi, kaldı ki evin kapısındaydım ve 5 dakika önce dolmuştan inmiştim. Yani en ufak bir tehlike yoktu, dahası; tersi bir durum söz konusu olsaydı bile buna kahramanlık diyemezdik çünkü kurtaran ve kurtarılan aynı kişi olacaktı. Bu durumda söylenecek pek bir şey yoktu. Paltomu sırtımdan sıyırıp oturma odama doğru yürümeye başladım. Gözlerim her zamanki gibi evin alışılmış köşelerinde dolaştı içgüdüsel bir şekilde. Ama sanki bir ara, çok kısa bir zaman diliminde gözlerimin ev içindeki yolculuğu kesintiye uğradı. Bir şey eksikti. Evde olması gereken, her zaman orda olan eşyalardan biri kayıptı. Önce ısınıp, bir çay suyu koyup, sonra da bu konuyu çözmeye karar verdim. Evimdeki eksikliği giderecektim. Ve bugün ikinci kez kendimin kahramanı olacaktım. Zamane insanı işte!
Çay suyu ocağın üzerinde kendi kendine kaynarken, ben de hem koltuk hem de yatak olarak kullandığım ziyadesiyle fonksiyonel kanepenin üzerine oturdum ve insiyaki bir hareketle bir sigara yaktım. Duman içime dolduğunda zihnim canlanmaya başlamış, bedenimdeki soğuk kaynaklı uyuşukluk yerine nikotin kaynaklı bir rahatlamaya bırakmıştı bile. Televizyonu açmadım, bir kitap alıp okumaya karar verdim ama kendimi hayal dünyasına kaptıramayacak kadar yorgun ve isteksiz hissediyordum. Televizyonu açmaya ve haberleri seyretmeye niyetlendim. Haber saatinin gelip gelmediğini anlamak için saatime baktığımda saatimin kolumda olmadığını gördüm. Duvara baktım, orda olması gereken duvar saatim de sırra kadem basmıştı. İçeri girdiğim anda hissettiğim eksiklik buydu. Evdeki saatlerin tümü, yelkovanlarını, akreplerini, üzerlerindeki sayıları, dakikaları, saniyeleri de almış ve gitmişlerdi.
O anda aklıma gelen saatler ortadan kaybolduğunda, her şeylerini alıp evi terk ettiklerinde, ev içinde süregitmesi gereken zamanın devam edip etmeyeceği oldu. Mutfağa gittim ve kaynayan suyun bir fotoğraf karesi gibi donmuş olduğunu gördüm, sigaramın ucundaki duman asılı kalmıştı öylece. Hiçbir şey hareket etmiyordu, yalnız ben, bu devinimsizliğe mahkûm edilmiş evde dilediğim gibi davranmakta özgür bırakılmış gibiydim. Ama zamansız bırakılmış olmak nasıl bir özgürlük olabilirdi? Kendimi, yıllarca bir kafesin içinde yaşamış ve bir anda kafesin olmadığını fark etmiş zavallı, çaresiz bir muhabbet kuşu gibi hissediyordum. Yıllarca zaman ve mekân duvarları arasına kısılmış yaşayan bir insanın bu duvarlardan birinden yoksun bırakılması nasıl bir eksiklik yaratabilirdi? Tahmin edemiyor, etmek bile istemiyordum. Zamandan azade yaşamak ona daha fazla bağlanmaktan başka ne olabilirdi ki?
Bu yoksunluk dolu özgürlük yanılsamasından kurtulmanın tek yolu vardı. Saatlerimi bulmak. Saatlerimi bulmak ve kendi kendine kulluk eden bir Tanrı olmaktan kurtulmak. Yoksa… Yoksa kaybolup gitmem, mekâna sarılmış bir siluet olamam an meselesi idi.
Fikir yürütmelerim beynime nefes alma fırsatı verdiğinde, bir yerlerden gelen tik takları duydum. Sese doğru yürümeye başladım. Nabız atışlarım saat seslerine uymuş, adımlarım ağırdan alıyordu. Sesler, çıkış kapısına doğru yaklaştıkça hızlanıyor ve kuvvetleniyordu. Ama çıkış kapısı yerinde değildi. Yerinde ise dalgalanan, şeffaf, dumansı görüntüler vardı. Cesaretimi toplayıp ayaklarımda, kapımın olması gereken yerde beni bekleyen hiçliğe doğru yürüdüm. İçeriye adımımı attığımda yoğun bir tik tak sesi ve kesif bir yaşlılık kokusu karşıladı beni. Yaşlılık kokusu; biraz küf, biraz limon kolonyası, ilaç, naftalin ve bolca toprak… Ve sağır edici bir ses… Zamanın kokusu ve sesi. İnsanların korkularının temel nedeni ölümün ayak seslerinin en yankılı, en gür duyulduğu yer burası olmalıydı. Burası; zamanın evi…
Kafamı ritmik hareketlerle sağa sola çevirip gözlerimin bu olağan dışı duruma alışmasına yardımcı olmaya çalıştım. Burası tam bir saat cennetiydi ya da cehennemi ya da mezarlığı ya da hepsi birden. Rolexlerin kendini beğenmişlikle etrafa saçılmalarına bozulan ve ellerinde köstekleriyle ortalıkta dolaşan Serkisofflar en çok ses çıkaranlardı. Swatchlarsa daha canlıydılar ve bir arada dolaşmaktan zevk alıyorlardı. Casiolar savaştan yeni dönmüş kahraman edasıyla bir köşede ve saf düzeninde ağırbaşlılıkla, disiplin içinde bekleşiyorlardı. Başka başka saatler de vardı ama ben isimlerini bilmiyordum. Kimisi zengin kimisi orta halli… Hepsi bir şeylerle meşgul…
Benim saatlerim ise iki kardeş gibi sırtlarını birbirlerine dayamışlar, uyukluyorlardı. Tik takları birbirine karışmış, akrepleri ve yelkovanları birbirlerine sarılmıştı. Zamanın göstergesi olan nesnelerin derin bir uyku halinde olması kadar ilginç olan şey çıkardığım seslerden rahatsız olup uyandıklarında ve hafifçe esnedikten sonra bana dostça gülümsemeleriydi. Duvar saatim yerinden doğruldu vücudunu da esnettikten sonra bana doğru yaklaşıp; “hoş geldin” dedi. Halimi hatırımı sordu. Bu hoş geldin seremonisinin bir an önce bitmesini istiyordum. Merak ettiğim şeyler vardı ve artık beklemeye sabrım yoktu. Kol saatim kendini zamansızlığın kollarında ama yine de zamanı içinde taşıyarak yeni bir uykuya daldı. Rüya görüp görmediğini sormak istedimse de bu gözüme o kadar da önemli görünmedi.
Duvar saatime sormam gerekenleri sordum. Neler oluyor? Zaman neden durdu? Burada ne işiniz var? Ya benim? Beni oldukça rahatsız eden ve kendimi küçük bir çocuk gibi hissetmeme neden olan bir ağırbaşlılık ve bilgelikle beni takvim yaprağından yapılmış bir koltuğa oturttu. Ve bir bir anlatmaya başladı.
Zaman, artık dünyayı ve insanlığı terk etmeye karar vermişti. Devrik bir kral olarak evine çekilmiş, maiyetini etrafına toplamış ve dünyayla hoş beşi kesmişti. “ Alacak verecek kalmadı” demişti tüm saatlere. Onlar da krallarına bazen baş kaldırsalar da çoğu zaman sadık oldukları için toplanıp bu eve, kendi evlerine yerleşmişlerdi. Nedense bu durumu garipsememiştim. Bana çok doğal geliyordu anlatılanlar.
Zamanın durmaya karar vermesinin nedenine gelince. İnsanlar Zamanı bir yarış aracı olarak kullanmaya başlamışlardı. Her şeyi hızla yapıp saatlerinin içinde zamanlar biriktiriyorlardı. Belli bir miktara ulaşınca da üzerlerindeki tozu silker gibi silkip atıyorlardı zamanı. Kronometreler icat etmişlerdi hızlarını onaylatabilmek için. Hızına yetişememeye başlamıştı Zaman, insanlığın açlığının ve açgözlülüğünün. Kum saatleri zaten tarih olmuştu çoktan, Zamanı yavaşlattığı düşünüldüğü için sadece süs olarak kullanılıyorlardı ama kimse zamanın hızının sabit olduğunu hesaba katmıyordu.Kimse zamanın biriktirilebilecek, sonra da boşa harcanabilecek bir şey olmadığının farkında değildi. Ayrıca Zamanın yarıdmcılarını, evin bir köşesinde güzel ve nostaljik bir görüntü aracı olarak kullanmanın Zamana hakaret olacağını düşünemiyorlardı. Zamanın da bir sabrının ve bir kırılma noktasının olduğu hesaba katılmalıydı. Fark edemediler, düşünemediler ve hesaba katamadılar... Kendileriyle o kadar meşgulüler ki Zaman''a yaptıkları nankörlüğü anlayamadılar. Bunun bir karşılığı olmalıydı. O kadar eli açık bir Kral değildi artık Zaman.İnsanların yararına sunduğu bütün nimetleri geri almaya bunun için de durmaya karar vermişti Zaman ve ona engel olabilecek hiçbir güç yoktu, kendini her şeyin üzerinde sana insanlık birden enkaz altında kalmıştı böylelikle ve bu bir intikamdı.
Bu kadar hızlı bir anlatımdan sonra saat biraz soluklanmak için sözlerine ara verdi. Pillerinin zayıflamaya başladığını ve ancak son soruma yanıt verebilecek kadar süresi kaldığını söyledi. Sonra arkadaşıyla dinlenmeye çekilecekti.
Benim burada olma nedenimi ise kısaca anlattı. Saatlerim onlara iyi davrandığımı, onları anlamak için uğraştığımı Zamana anlatmışlardı ve benim gibi birkaç kişi daha Zaman Evine kabul edilmişti. Onlar da tıpkı benim gibi kendi hikâyelerini dinliyorlardı bir yerlerde.
Bu satırları derinden gelen tıkırtılar içinden yazıyorum. Siz, ihanet ettiğiniz zamanın intikamına maruz kalan insanlara Zaman evinin içinden sesleniyorum. İhanetiniz bitene kadar, ara sıra güneşe baktığınızda saatlerle dans eden beni görebileceksiniz gökyüzünde. Ve ben, devinimsizliğe mahkûm fani bedenlerinizle hayatın orta yerinde dururken siz, insanlar; sizi bağışlaması için Zaman, saatleri kurmaya devam edeceğim durmadan. Ben kendi kahramanlığıma ulaştım, şimdi sıra sizde.

0 Fikir:

Yorum Gönder